1 Ekim 2015 Perşembe

"And the ship went out into the High Sea and passed on into the West, until at last on a night of rain Frodo smelled a sweet fragrance on the air and heard the sound of singing that came over the water. And then it seemed to him that as in his dream in the house of Bombadil, the grey rain-curtain turned all to silver glass and was rolled back, and he beheld white shores and beyond them a far green country under a swift sunrise."J.R.R. Tolkien



14 Eylül 2015 Pazartesi

12 Mayıs 2015 Salı

Eskileri karistirirken 1-2003 Kasim- Lise 2 olmali.



MİRAS
 
-Açma!
-Olmaz!
Şimdi açmak gerek
Kalan
Apak bir miras olacak
Benden torunlarıma
 
Velhasıl açtı cennetin kapısını
Korku devri bitince
Torunları günahkar olmasın diye
 
-Girme!
-Kundaktaki bebeklere
Masal devşirmek gerek öte taraftan
Bataklığın hayalini kurabilsinler ki
Burada temiz kalsınlar
 
Heyhat!
Masallar besledi
Ezilmiş merak tohumlarını
Nasihate ne hacet!
Atalarından bin ahmaktı torunları
Azgın atlarına
“Deh!” dediler bir ağızdan
Karanlığında semirmiş bakir günahlar şehri
Fethedilmeye susamıştı dört bir yanından
 
-Lal olsun bilmeyen diller
Bilen anlatsın başından!
 
Korkmadım
 
Kıydım kardeşime
Hançerimden süzülen kana aldırmadım
 
Çıkardım atomun çekirdeğini
Önce semah döndüm etrafında
Umudu aradım
Bulamadım
Taştı öfkem
Sonra öfkemi doldurdum atomun içine
Sığmadı işte
Beceremedim
Patladı
Çığlıklarca
Kollarca
Bacaklarca
 
Korkmadım
İncecik boynumu kelle taşlarına yatırırken
Bir ninni uydurdum serime
Kahramanlık türkülerinden
 
Ama nedendir bilmiyorum
Artık korkuyorum
Delicesine acıyor yaralarım
Ve kanım akıyor ırmaklarca
 
Biricik oğlumu
Kaf Dağı’nın ardına saklıyorum
“Ya gökten koç inmezse?” korkusuyla
 
Erguvan rengindeyken bahar
Ve aşkla çarpıyorken kalbim
Baharı yarıda kesip
Serimi emanet edemiyorum cellada
 
Süslü cümlelerinle boğdun ya sesimi
Artık seni de duyamıyorum
Nedenlerin anlamı yok
Sadece yıldızlara bakıyorum
 
En başında
Onlardan daha fazlaydık biz
 
-- 
M. Artar


8 Mayıs 2015 Cuma

Tahtadan bir kutuda kursun askerimiz simdi, bekliyor. Henuz yeni gorunuyor, cilasi parlak. Ama dikkatli bakarsaniz cumleye neden `henuz`u ekledigimizi anliyorsunuz. Yani sey gibi bu, sanki sizin bakislariniz eskime surecini aktiflestiriyor gibi. Gozlemlerime dayanarak soyluyorum: Ela gozluler icin bu yaslandirma suresi nazaran yavas iken kara kara gozlerle dik dik baktiginizda cilanin etrafindaki titresimleri (keskin gozleriniz varsa) gormeniz mumkun.

Bu beklemek, beklediginin bilincinde olarak yapilan bir bekleme degil. Her an biri kutuyu acacakmis gibi giyinik, hafif gulen bir dudak bitisi ve usturuplu hayallerle bekliyor.

Beklemek ne guzel sey, adeta ibadet! Hic mutsuz olmama, aldatilmama, aldatmama ve yenilmeme ulkusune ibadet.

Ibadet ediyor.

12 Nisan 2014 Cumartesi

Ve hayat, acılar, umutlar, teselliler hep tekerrür eder.

-Bilkent Koza 2009-

Kalmanın Bedeli 

Göç eden bir kervanın tozunda
Annemin elini kaybettiğim gün,
Öğrendim terk edilmeyi,
Sonra gitmeyi
Sürgünün feryadından bellidir
Bizim mi şehirde,
Şehrin mi bizde ikamet ettiği
Bir şehirle neler yapabiliriz?
Memleket yapar, geçmişimizi emanet edebiliriz. Fet­hedebiliriz onları, bombalar, yakar, yıkarız; sonra tek­rar inşa eder, beğenmezsek bir başkasına göçeriz. Ha­yalini kurabiliriz göçtükten sonra… Birkaçını toplar vatan yaparız, sonra da ölürüz onun için… Yani bir dolu şey yapılabilir bir şehre, bir şehirle…
Peki bize neler yapabilir bir şehir?
Seçenek demektir “şehir”. Çölde ilerlerken ve belli be­lirsiz tek bir yola mahkum iken develeriniz, şehirler dallı budaklı yollarıyla sarıp sarmalar sizi... Bu yuma­ğın içinden çıkmak da size kalmıştır ve ödülünüzü al­dığınız eller, yazık ki “seçme özgürlüğü” kod adlı Pan­dora Kutusu kaçağıyla kim bilir ne karşılığında işbirli­ği yapıp kanınıza ekmek doğramıştır. Yani bize sorar­sanız ya da en başından sorsaydınız, önce dudak bü­küp üstten üstten ve kontrol edemediğimiz bir özlem­le uzun uzun bakardık, deneyimsiz ve kansız ellerinize ama sonra ‘bilgece’ akıtırdık nasihat çeşmemizi :
“Gözler dikilmişken şehrin kapısınaİştah ve merakla,İş görmez, beklendiği üzere bu toy kulaklarBilmezsiniz ne taşımaktaO şehirden bu şehre seyit kurmuş ulaklar!Deli akan kanın almış aklınıVe efsaneler içinin telini titretmekteAma sen ilk oluver deÇocukluğunu bil, önümüzde kelam etme!Toplu mezarları saklansın diye Uykusundan uyanır baharda tohumlar,Zindanlardan yükselen iniltiler duyulmasın diye Ciyaklar bu şehirde velveleci martılar“Gurur”un tuzdan bir perdedirRuhun ile üstü açık lağımları arasında şehrinVe gözyaşın, tuzlarını erittiği anFaili olursun kendi katlinin.Ama ölmek de güzeldir be çocukDuvarlarına kavganı haykırdığın,Kaldırımlarında kurşuna dizildiğinEzildiğin,Bir o kadar da ezdiğin,Meydanlarıyla kavgalıysan Varoşuna gizlendiğinVelhasıl, günü geldiğindeBal gibi hesabını vereceğinBir “oyun”’dur bir “şehir”’de yaşamak.“Kuralları ben koyarım” deyip deDeterminizmin kucağına düşer bu kuyuda her ahmak Kaybolmuş yüzler gizlidir,Aynalara bakma!Maskeli konuklarını ağırlar Arka sokaklarında;Ama sen korkma!Yavaş yavaş öleceksin.Ya değiştirmek için gireceksin bir şehreDeğilse, sızlanmadan değişeceksin.
“Giz”lerini istiyorsan , Düşman bilir seni şehir.Ne sandın a çocuk!Şehirler anılarını mezarlarında biriktirir.Ve köhne hanlarında Kanlı gözleriyle nice seyyahBu sırrı çözmek uğruna nafile kandiller tüketir.
Kocaman gözlü çocuklara Süt kokan bir masal olmaksa dileğin,Sür atını git, boşa bu kadar zahmetin;Eğer kahramanlık destanları yollamaksa köyüneBilesin,Şehrin yaşlı elleriyle yazılmaya başladı mı kaderin,Kalem şaşar, silgi silmezVe öde öde bitmez diyetin.
Ne o? Korkutamadık mı sizi “büyük” sözlerimizle? Hep bu acemi yazıcının beceriksizliği.
Ο sizi ve “inanmayan” gözlerinizi şeye yönlendirelim o hâlde…Hmm.. Neydi Numara 78402498’in adı? İnan­mazsınız o kadar çoklar ki! Ama bence 56’yı dinleyin siz ve bu sırada odalarında boyama yapsın çocuklar; onların tatlı rüyalara daha çok ihtiyaçları var! Numa­ra-56 buraya geldiğinde ürkek, narin, biraz da kibirliy­di… Ona da anlattık; olmadı dinlettik. Yani sizinle aynı aşamalardan o da geçti ve sonunda çoğu gibi o da bu kapıdan geçmeyi seçti. Yani daha bir şehre girmeden başlar seçimler ve başladı mı bir kere, yolun sonuna dek devam eder.
Bir de burada sazı biri eline aldı mı ardından bir başka­sı devam eder. Sessizliği sevmiyorlar çünkü; sessiz ka­lamıyorlar.
Peki bir şehir neler yapabilir bize ?
“Kıvrımlar, ayrımlar uçurumlar keskindi ve yaralarımı tatlı tatlı kaşıdı şehir. O kaşıdı ben güldüm, kahkaha­lar attım ve acı çekmekten ziyade daha önce tatmadı­ğım bir zevkti bu kez deneyimlediğim. Durmadım ve durdurmadım yaramı kaşıyanları çünkü yokuş aşağı hem de ‘en aşağı’ uzanıyordu boyunca koştuğum so­kak, giderek artan ivmem korkutuyordu beni ve ra­kım azaldıkça içimdeki “doğrular”ın sesi de azalıyor­du işte… Duyamadım önceleri sonra dinlemedim; bin bir yerinden yara almış “saflığım”, kaybetme bağımlılı­ğımın kazdığı mezara doğru sürüklenirken kirletiyor­du yerleri, zaten temiz olan ne kalmıştı ki? Yani uğru­na savaşmam ve korumam gereken tek şey, mezarında gün be gün yaban otları bitiyorken, benim kazanabi­leceğim şekilde yeniden kodlamaktı hayat arenasının puan tablosunu... Hikâyemin akışından da tahmin edi­lebileceği üzere “iyi” olarak nitelediklerinizden değil­dim artık ve haneme artı puanları yazan eller de rüya­larınıza giren aksakallı dedeler ya da melekler olmaya­caktı; kendi bıçağımla yontacaktım en kara kömürden kalemimi. Sıfırdan öteye de gidilebilirdi artık! Sağdu­yu duvarlarını bir bir yıkıp, eşeğime de ters binip sal­lana sallana geçtim öteki yana; krallığıma giden yolda yavaş olmalıydım! Birden bire dalıp apar topar kovul­duğum “genel geçer doğrular” alemindeki deneyimle­rim, burada kılavuz olacaktı bana… Bu da kazanmanın farklı bir şekliydi; sizinkinin “quantum ikizi” olduğunu bile iddia edebilirim şimdi; çünkü ikisinin de farklı bo­yutlarda verdiği tatların aynılığından, unutulmaya yüz tutmuş “ad”ım kadar eminim. Bu yüzden, dünyanızdan yaptığınız “acıma” geri ödemeleri muhasebecim tara­fından geri gönderilmekte ve “aşağılama” hacizleriney­se kapadık kapılarımızı… Zamanında tutulmayan el­lerimin parmakları tek hareketle büyük emirler verme kudretindeler ve çiçeği burnunda maharetlerim daha neler neler…
Eğrileri seviyorum ve dünyamı eğrilerle döşüyorum bu sefer; eski zamanlardan gelen bir şeyleri hatırlatı­yor sanki ama unutulmak yerine hatırlanmak ve yeni­den anlaşılmak istenen bir “meyil” olsa gerek… Hay Al­lah, sohbet de güzeldi ama gökteki yıldızları sökmeye ustalar gelecekti, gitmem gerek şimdi…”
Bir şehrin duvarları resimlerinizle süslenebilir ya da duvar diplerinde kurşunlanabilirsiniz.
Şehrin bir yüzü yeter mi bize?
“Bilmezsin, her şehrin sahibi vardır ve bir de kelle taşı; kâğıttan gemini yüzdürmek için sularda kelleni cella­da vermek zorunda kalırsın; ama ben hiçbir şey için “zorunda” hissetmiyorum artık kendimi ve celladımla el sıkışıp kârlı “pazarlıklar diplomasi”sine çevirebiliyo­rum artık dümenimi.
“Alçak”, “dönek”, “korkak” ve hatta “hain” diyor kimile­ri ama bilmiyorlar ki en büyük borcum kelleme benim; yani dibine vuruyorum kanın, etin ve en ufak parça­larına maddenin ama “ölmek” için tek bir neden bu­lamıyorum. Çünkü gördüğüm kadarıyla kelleniz ba­şınızdan ayrıldığı anda kahramanlık türkülerini algıla­yıp adrenalin salgılamak için delicesine çalışmak üze­re programlı nöronlarınız da “Elveda!” diyor hayata ve ben duyamayacağım ağıtların esas oğlanı olmak iste­miyorum.
“Kendini aramak”, yok “bulamamak”, “çaresiz kalmak” falan hepsi terane, en gerçeği benim hikâyem çünkü ben kanlı canlı kellemi kaçırıyorum. Bu şehrin cellatla­rının mimlediği kellemi, altın taçlarla süsleneceği baş­ka bir yere… Belki de yine bir kelle taşı olacak ama bu sefer kalemleri ben kıracağım ve cellatlar altın kesele­rini benim elimden alacak! Neden olmasın? Azıcık rö­tuş, biraz manevra derken.
Yaşlı bir eşeğin üstünde, kafamda komik bir külah­la idama giderken de geçebilirdim bu sokaktan ama geliştirdiğim “boyutsal ve çıkarsal yolculuk” teknikle­ri sayesinde, ayıptır söylemesi, artık her şehrin kralı be­nim! Sizin gibi bu yeni hâlimi gören herkes yüzümdeki lümpen gülüşe takılıp kalıyor biliyorum. Siz kendi şe­hirlerini ‘kendileştirecek’ kadar şehirlerinin içine sığa­bilmişler, en azından her kuyruğun sonunda kalıp da haberi bile olmadan başka boyutlara itilmemişler! Size eski günlerin hatırına dil döküyorum, bunu hesap ver­mek sanmayın sakın çünkü ben artık kimseye hesap vermiyorum!
Siz beni nasıl anlayabilirsiniz? Çocuğunu tanrı­larına kurban etmemek için göç eden babalarla dolup taşarken izbe hanlar ve onlar da en az sizin kadar biliyorken; her şehrin ayrı tanrıları, her tan­rıya verilecek ayrı kurbanlar olduğunu; oğlu için inancını feda edeceği yere giden babanın heybe­sine bir parça ekmek koymayı günah sayan siz, ya da en kötüsü asıl “sen” beni nasıl anlayabilirsin?
Acemi yazıcının da başta dediği gibi, ki nadiren doğruya çevirir kadrajını, şehir, “seçim” demektir. İşe bir şehri seçerek başlamaz çoğunun hikâyesi, hikâyeleri taşır onları şehirlere, şehirlerine… Şe­hirlerde yolları biz seçeriz; yasal yollar yetmedi mi ücralara geçeriz. Bazen de gidecek şehir bula­mazsınız; o zaman verirsiniz kurbanınızı, çoğu za­man kurbanlarınızı, ve aynı şehrin başka yüzleriy­le tanışmanın gelir zamanı…
Yani kurban vermeden, biz eli “kendi kanına” bu­lananlara değil gülmek, soran gözlerle bakmak bile değildir tekinizin haddi…Yani kâğıttan ge­milerimi aldı şehir, sonsuz bir ömür bahşetti. Çok insandım, verdim gemilerimi... Budur hikâyemin en safdil özeti; ama artık sen biliyorsun. Ya da hiç anlamadın beni…”
Eğriler…
Ne güzel şekiller öyle:
 Yeniden doğmak falan değil de
Arafta çilingir sofrasına razı olmak bizimkisi.
Eskiden “doğru” iken,
Başka doğruların işveli noktaları çeldi aklımızı.
Birimiz kırdık ya zinciri,
Hurraaa!! Pek hoş geldik yeni vatanımıza!
Eski eğim takıntılı sistem tüketti ya bizi,
Razı olamadık ya tanımsız nokta olmaya…
O günden beri hain bildiler,
İplemediler bizi.
Sorarsan bir gün,
Sana da kötü söylerler bizi!
O zaman görmeli gözlerin,
 Yakamadığını büken kor ateşi;
Ve bir zamanlar sapına kadar doğru olup da
Şimdi aşkla eğrilen bütün akvam-ı beşeri.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

In memory of William Wallace..



Sonra Kembiriç’e geldik! Peterhouse’u bulduk, bi de Hagrid! Sevgili portır amca Hagrid’in tıraşlısıydı, gerçekten “yıh yıh”layabilen bir uzay çağı hancısıydı kendisi. Fitzwilliam’a komşu odamda Mısır tanrılarına pek yakın geçirdiğim akşamlarda düşünmeden edemedim doğrusu: Ra nasıl üşümeden durabilmişti o kadar sene, hem de bodrum katında, güneşten çok uzakta? Ben üşüyordum çünkü.
Çin lokantasında Nan’la Yasin suresinden konuştuk; ilk kez bu metnin edebi yönünü görme cüretiyle kirlenmiş bir başka günahkar vardı yanımda, yalnız olmadığımı hissettim. Isındı hava biraz.
Kembiriç Sanat Tiyatrosu yani KST (J) dolup taşıyordu ey halk! Hem de mevsimlerden yazdı ve biletler gerçekten pahalıydı.

Trenle İşkoçya’ya geçerken, karşımda oturan teyze Edinburgh’nın İngilizler tarafından nasıl kirletilmekte olduğunu anlatıyordu; cebimde ingiliz poundu vardı, evet bu yüzden korkmalıydım. Dungeon Edinburgh’da sapık katil rolündeki oyuncu kardeşimiz parmağıyla beni gösterip adımı sorunca “aha da..” şeklinde başlayan bir dolu cümle geçti aklımdan, sonunda astılar bizi, bi de fotoğrafımızı çektiler, cidden korktum. Sokaklarda Harry’i aradım ama Hogwarts’ta yaz tatili olabileceği sonradan geldi aklıma derken baklavacı buldum kraliçenin evinin yakınlarında, ne iş?
Bir de bilim insanı olmayı çok sevdim Carron’da yine kükürbiturillerden konuşurken; sahi ne çok anlatmıştım minik oyuk kabaklarımı ben bu aralar...
Sonra geldim... Ama her an gidebilirim...
  

31 Mayıs 2010 Pazartesi

HAYIFLANIŞ

Ya çok fazla çalışacaksınız ya da elleriniz biraz kirlenecek, yapacak birşey yok... Saf ademoğullarını birer ölümcül canavara dönüştüren kural işte bu! Tüccar mantığıyla akademide başarılı olmanın da anahtarı aynı zamanda.

Genel kimya dersine geri dönelim; geçen gün yeniden gözden geçirirken anladım ki, o kitap meraklı bilim adamı adayları için tuzaklarla dolu,okumayınız! Neden mi? Her konudan azıcık koklatıp birşey öğretmemeye dayalı, uluslar arası bakalorya programında başarılı olması beklenen kolej mensubu çağdaşlarımızın daha lisedeyken aldığı eğitimi üniversiteye gelmiş adama vermeyi amaçlayan bir kitaptı çünkü elimizdeki. Herşey aynen şöyle başlayıp bitiyordu:

”İşte bunlar orbitaller çooğcuğum, oyy oyy oyy bunlar bi muhteşem bi muhteşem küü hem var hem yoklar dddzzzzzttt---- orbitaller bu kadar, iştee katot rey tüüğbb, allaaam bu vağğrr ya dzzzzztttt—bitti bu da...”

İşte herşey böyle başladı...

Biz birkaç saf arkadaş, tüm bu tadımlık bilim parçalarının peşine düşüp kendi çapımızda mutlu olurken ve sınavlarda sorulan sorularda bizi şaşkına çevirip deli gibi mutlu eden bu şeyleri toparlayıp yazmaya çalışıp tökezlerken, yanımızdan kağnılar geçiyordu, elinde defteri, tertemiz tutulmuş notlarıyla kağnılar, hepsinde temiz yüzlü çocuklar vardı. Nasıl kazanılacağını doğuştan biliyordu onlar; çok soran işgüzarların yaşadığı hezimetin tanığıydı ataları ademden beri; safkandı hepsi bu çocukların, neden? E bu hezimetler dayanıksız işgüzarların gen havuzundan pek de nazik olmayan bir şekilde uğurlanışına sebep olup, birkaç “out of range” dışında pek de sağ komamıştı; biz buna ne diyoruz, eeevvriiim—höönnkk!?!.

Yardımseverdi bu çocuklar, bizim gibi kendi başlarına kalmayı tercih etmezlerdi bu yüzden herhangi bir sınav anında; küçük kuizler olsun, büyük finaller olsun, minik minik bilgi eksiklerini tamamlarlardı birbirlerinin ya da sınava girmeden hazırladıkları notları düşüverirdi kalem kutularına. Bu küçük, sevimli dayanışmayla hep biraradaydılar, hepsi temiz çocuklardı. Biz işgüzarlar, burnu dik, gurur defolu, sözde idealist, kokuşmuş pislikler bu esnada kendi başlarına bencilce verdik sınavlarımızı ama koşup koşup sonuna geldiğimizde ufacık aptal hatalarla hep törpülendi kümülatif cipieylerimiz. Biz bunu haketmiştik!

Hala direnen biz pisliklerin hakkından gelmek için üçüncü sınıfta bir de insan faktörü eklenmişti yıldırma ekibine; anlatılanın dışında şeyler anlamak isteyenleri çok geçmeden anlayıp kişilikte tahrip oluşturma metoduyla yola getirme çalışmaları başlamıştı. Direndik, sinirlendik, dikkatimiz dağıldı, düştükçe düştük. Cık! Akıllanmamıştık hala, son sınıfta da devam etti bu; mezun olduk, mastırda yine devam etmekte, anlamaya çalışıp üretmenin saygısızlık, hadsizlik olduğu dersini almaktayız...

Modern dünyada bilim insanı olmanın çerçevesini saydam kaşar kesme mantığıyla çizmeye çalışanlara karşı artık “BAŞARILI” olma gibi bir yükümlülüğümüz yok. Üniversiteye öğrenmeye gelmiştik biz; siz yapamıyorsanız, yaptıramıyorsanız, biz de bu zaman dilimini kendi ideallerimiz için birkaç parçaya bölmek durumundayız. Bölünen zaman bugün bizi başarısız kılacak elbet ama kendi bildiğimiz yolu “doğru” yapabilmek için onların kaynaklarını kullanmak, onlar tarafından notlandırılmak zorundayız, evet; işte bu yüzden onların sisteminde ortalama olmak da bazen yetmeli sana, gayrı üzülmene gerek yok ezilen yoldaş! O yüzden ağlama salkım söğüt ağlama salkımsöğüt ağlama, kara suyun aynasında el bağlama! el bağlama! ağlama! Kim açtı lan Nazım’ı, pıııff, bi gitt!!

Luğzırlığa adanmış birkaç top çicek gibiyiz şimdi ey halkım, artık bırak bizi; kendi çocuklarınla devam et yoluna, ne olur bırak bizi...