12 Nisan 2014 Cumartesi

Ve hayat, acılar, umutlar, teselliler hep tekerrür eder.

-Bilkent Koza 2009-

Kalmanın Bedeli 

Göç eden bir kervanın tozunda
Annemin elini kaybettiğim gün,
Öğrendim terk edilmeyi,
Sonra gitmeyi
Sürgünün feryadından bellidir
Bizim mi şehirde,
Şehrin mi bizde ikamet ettiği
Bir şehirle neler yapabiliriz?
Memleket yapar, geçmişimizi emanet edebiliriz. Fet­hedebiliriz onları, bombalar, yakar, yıkarız; sonra tek­rar inşa eder, beğenmezsek bir başkasına göçeriz. Ha­yalini kurabiliriz göçtükten sonra… Birkaçını toplar vatan yaparız, sonra da ölürüz onun için… Yani bir dolu şey yapılabilir bir şehre, bir şehirle…
Peki bize neler yapabilir bir şehir?
Seçenek demektir “şehir”. Çölde ilerlerken ve belli be­lirsiz tek bir yola mahkum iken develeriniz, şehirler dallı budaklı yollarıyla sarıp sarmalar sizi... Bu yuma­ğın içinden çıkmak da size kalmıştır ve ödülünüzü al­dığınız eller, yazık ki “seçme özgürlüğü” kod adlı Pan­dora Kutusu kaçağıyla kim bilir ne karşılığında işbirli­ği yapıp kanınıza ekmek doğramıştır. Yani bize sorar­sanız ya da en başından sorsaydınız, önce dudak bü­küp üstten üstten ve kontrol edemediğimiz bir özlem­le uzun uzun bakardık, deneyimsiz ve kansız ellerinize ama sonra ‘bilgece’ akıtırdık nasihat çeşmemizi :
“Gözler dikilmişken şehrin kapısınaİştah ve merakla,İş görmez, beklendiği üzere bu toy kulaklarBilmezsiniz ne taşımaktaO şehirden bu şehre seyit kurmuş ulaklar!Deli akan kanın almış aklınıVe efsaneler içinin telini titretmekteAma sen ilk oluver deÇocukluğunu bil, önümüzde kelam etme!Toplu mezarları saklansın diye Uykusundan uyanır baharda tohumlar,Zindanlardan yükselen iniltiler duyulmasın diye Ciyaklar bu şehirde velveleci martılar“Gurur”un tuzdan bir perdedirRuhun ile üstü açık lağımları arasında şehrinVe gözyaşın, tuzlarını erittiği anFaili olursun kendi katlinin.Ama ölmek de güzeldir be çocukDuvarlarına kavganı haykırdığın,Kaldırımlarında kurşuna dizildiğinEzildiğin,Bir o kadar da ezdiğin,Meydanlarıyla kavgalıysan Varoşuna gizlendiğinVelhasıl, günü geldiğindeBal gibi hesabını vereceğinBir “oyun”’dur bir “şehir”’de yaşamak.“Kuralları ben koyarım” deyip deDeterminizmin kucağına düşer bu kuyuda her ahmak Kaybolmuş yüzler gizlidir,Aynalara bakma!Maskeli konuklarını ağırlar Arka sokaklarında;Ama sen korkma!Yavaş yavaş öleceksin.Ya değiştirmek için gireceksin bir şehreDeğilse, sızlanmadan değişeceksin.
“Giz”lerini istiyorsan , Düşman bilir seni şehir.Ne sandın a çocuk!Şehirler anılarını mezarlarında biriktirir.Ve köhne hanlarında Kanlı gözleriyle nice seyyahBu sırrı çözmek uğruna nafile kandiller tüketir.
Kocaman gözlü çocuklara Süt kokan bir masal olmaksa dileğin,Sür atını git, boşa bu kadar zahmetin;Eğer kahramanlık destanları yollamaksa köyüneBilesin,Şehrin yaşlı elleriyle yazılmaya başladı mı kaderin,Kalem şaşar, silgi silmezVe öde öde bitmez diyetin.
Ne o? Korkutamadık mı sizi “büyük” sözlerimizle? Hep bu acemi yazıcının beceriksizliği.
Ο sizi ve “inanmayan” gözlerinizi şeye yönlendirelim o hâlde…Hmm.. Neydi Numara 78402498’in adı? İnan­mazsınız o kadar çoklar ki! Ama bence 56’yı dinleyin siz ve bu sırada odalarında boyama yapsın çocuklar; onların tatlı rüyalara daha çok ihtiyaçları var! Numa­ra-56 buraya geldiğinde ürkek, narin, biraz da kibirliy­di… Ona da anlattık; olmadı dinlettik. Yani sizinle aynı aşamalardan o da geçti ve sonunda çoğu gibi o da bu kapıdan geçmeyi seçti. Yani daha bir şehre girmeden başlar seçimler ve başladı mı bir kere, yolun sonuna dek devam eder.
Bir de burada sazı biri eline aldı mı ardından bir başka­sı devam eder. Sessizliği sevmiyorlar çünkü; sessiz ka­lamıyorlar.
Peki bir şehir neler yapabilir bize ?
“Kıvrımlar, ayrımlar uçurumlar keskindi ve yaralarımı tatlı tatlı kaşıdı şehir. O kaşıdı ben güldüm, kahkaha­lar attım ve acı çekmekten ziyade daha önce tatmadı­ğım bir zevkti bu kez deneyimlediğim. Durmadım ve durdurmadım yaramı kaşıyanları çünkü yokuş aşağı hem de ‘en aşağı’ uzanıyordu boyunca koştuğum so­kak, giderek artan ivmem korkutuyordu beni ve ra­kım azaldıkça içimdeki “doğrular”ın sesi de azalıyor­du işte… Duyamadım önceleri sonra dinlemedim; bin bir yerinden yara almış “saflığım”, kaybetme bağımlılı­ğımın kazdığı mezara doğru sürüklenirken kirletiyor­du yerleri, zaten temiz olan ne kalmıştı ki? Yani uğru­na savaşmam ve korumam gereken tek şey, mezarında gün be gün yaban otları bitiyorken, benim kazanabi­leceğim şekilde yeniden kodlamaktı hayat arenasının puan tablosunu... Hikâyemin akışından da tahmin edi­lebileceği üzere “iyi” olarak nitelediklerinizden değil­dim artık ve haneme artı puanları yazan eller de rüya­larınıza giren aksakallı dedeler ya da melekler olmaya­caktı; kendi bıçağımla yontacaktım en kara kömürden kalemimi. Sıfırdan öteye de gidilebilirdi artık! Sağdu­yu duvarlarını bir bir yıkıp, eşeğime de ters binip sal­lana sallana geçtim öteki yana; krallığıma giden yolda yavaş olmalıydım! Birden bire dalıp apar topar kovul­duğum “genel geçer doğrular” alemindeki deneyimle­rim, burada kılavuz olacaktı bana… Bu da kazanmanın farklı bir şekliydi; sizinkinin “quantum ikizi” olduğunu bile iddia edebilirim şimdi; çünkü ikisinin de farklı bo­yutlarda verdiği tatların aynılığından, unutulmaya yüz tutmuş “ad”ım kadar eminim. Bu yüzden, dünyanızdan yaptığınız “acıma” geri ödemeleri muhasebecim tara­fından geri gönderilmekte ve “aşağılama” hacizleriney­se kapadık kapılarımızı… Zamanında tutulmayan el­lerimin parmakları tek hareketle büyük emirler verme kudretindeler ve çiçeği burnunda maharetlerim daha neler neler…
Eğrileri seviyorum ve dünyamı eğrilerle döşüyorum bu sefer; eski zamanlardan gelen bir şeyleri hatırlatı­yor sanki ama unutulmak yerine hatırlanmak ve yeni­den anlaşılmak istenen bir “meyil” olsa gerek… Hay Al­lah, sohbet de güzeldi ama gökteki yıldızları sökmeye ustalar gelecekti, gitmem gerek şimdi…”
Bir şehrin duvarları resimlerinizle süslenebilir ya da duvar diplerinde kurşunlanabilirsiniz.
Şehrin bir yüzü yeter mi bize?
“Bilmezsin, her şehrin sahibi vardır ve bir de kelle taşı; kâğıttan gemini yüzdürmek için sularda kelleni cella­da vermek zorunda kalırsın; ama ben hiçbir şey için “zorunda” hissetmiyorum artık kendimi ve celladımla el sıkışıp kârlı “pazarlıklar diplomasi”sine çevirebiliyo­rum artık dümenimi.
“Alçak”, “dönek”, “korkak” ve hatta “hain” diyor kimile­ri ama bilmiyorlar ki en büyük borcum kelleme benim; yani dibine vuruyorum kanın, etin ve en ufak parça­larına maddenin ama “ölmek” için tek bir neden bu­lamıyorum. Çünkü gördüğüm kadarıyla kelleniz ba­şınızdan ayrıldığı anda kahramanlık türkülerini algıla­yıp adrenalin salgılamak için delicesine çalışmak üze­re programlı nöronlarınız da “Elveda!” diyor hayata ve ben duyamayacağım ağıtların esas oğlanı olmak iste­miyorum.
“Kendini aramak”, yok “bulamamak”, “çaresiz kalmak” falan hepsi terane, en gerçeği benim hikâyem çünkü ben kanlı canlı kellemi kaçırıyorum. Bu şehrin cellatla­rının mimlediği kellemi, altın taçlarla süsleneceği baş­ka bir yere… Belki de yine bir kelle taşı olacak ama bu sefer kalemleri ben kıracağım ve cellatlar altın kesele­rini benim elimden alacak! Neden olmasın? Azıcık rö­tuş, biraz manevra derken.
Yaşlı bir eşeğin üstünde, kafamda komik bir külah­la idama giderken de geçebilirdim bu sokaktan ama geliştirdiğim “boyutsal ve çıkarsal yolculuk” teknikle­ri sayesinde, ayıptır söylemesi, artık her şehrin kralı be­nim! Sizin gibi bu yeni hâlimi gören herkes yüzümdeki lümpen gülüşe takılıp kalıyor biliyorum. Siz kendi şe­hirlerini ‘kendileştirecek’ kadar şehirlerinin içine sığa­bilmişler, en azından her kuyruğun sonunda kalıp da haberi bile olmadan başka boyutlara itilmemişler! Size eski günlerin hatırına dil döküyorum, bunu hesap ver­mek sanmayın sakın çünkü ben artık kimseye hesap vermiyorum!
Siz beni nasıl anlayabilirsiniz? Çocuğunu tanrı­larına kurban etmemek için göç eden babalarla dolup taşarken izbe hanlar ve onlar da en az sizin kadar biliyorken; her şehrin ayrı tanrıları, her tan­rıya verilecek ayrı kurbanlar olduğunu; oğlu için inancını feda edeceği yere giden babanın heybe­sine bir parça ekmek koymayı günah sayan siz, ya da en kötüsü asıl “sen” beni nasıl anlayabilirsin?
Acemi yazıcının da başta dediği gibi, ki nadiren doğruya çevirir kadrajını, şehir, “seçim” demektir. İşe bir şehri seçerek başlamaz çoğunun hikâyesi, hikâyeleri taşır onları şehirlere, şehirlerine… Şe­hirlerde yolları biz seçeriz; yasal yollar yetmedi mi ücralara geçeriz. Bazen de gidecek şehir bula­mazsınız; o zaman verirsiniz kurbanınızı, çoğu za­man kurbanlarınızı, ve aynı şehrin başka yüzleriy­le tanışmanın gelir zamanı…
Yani kurban vermeden, biz eli “kendi kanına” bu­lananlara değil gülmek, soran gözlerle bakmak bile değildir tekinizin haddi…Yani kâğıttan ge­milerimi aldı şehir, sonsuz bir ömür bahşetti. Çok insandım, verdim gemilerimi... Budur hikâyemin en safdil özeti; ama artık sen biliyorsun. Ya da hiç anlamadın beni…”
Eğriler…
Ne güzel şekiller öyle:
 Yeniden doğmak falan değil de
Arafta çilingir sofrasına razı olmak bizimkisi.
Eskiden “doğru” iken,
Başka doğruların işveli noktaları çeldi aklımızı.
Birimiz kırdık ya zinciri,
Hurraaa!! Pek hoş geldik yeni vatanımıza!
Eski eğim takıntılı sistem tüketti ya bizi,
Razı olamadık ya tanımsız nokta olmaya…
O günden beri hain bildiler,
İplemediler bizi.
Sorarsan bir gün,
Sana da kötü söylerler bizi!
O zaman görmeli gözlerin,
 Yakamadığını büken kor ateşi;
Ve bir zamanlar sapına kadar doğru olup da
Şimdi aşkla eğrilen bütün akvam-ı beşeri.